

Fotoğraf – M. Mustafa MARANGOZ
Bir
Öylece durdu, bekledi Muammer. Ter içinde kalmış, yüzü toz toprak. Nefes nefese… Yokuş yukarı koşmak ne yorar adamı. Dağın eteklerinden gelen ısrarlı sesin davetine koşa koşa gelmişti. Bir olağanüstülük, bir kara haber, bir habersiz fırtına… Belki de bir müjde mi hiç geçirmedi Muammer aklından. Uzaktan bir atlı geliyor, tozu dumana katarak ve bağırarak el ediyor aşağıdaki delikanlıya. Atlı uzaktan geliyor, genç adam aşağıdan hızlıca yükseklere… Atlının kırbacı havada ıslıklar çalıyor, gri şalvarı rüzgarda kabarıp çekiliyordu. Şalvarıyla aynı kumaştan cepkeninin cebinde köstekli saatinin zinciri güneşten parlıyordu. Muhtemelen taşlı yolda kesişecek yolları. Önce kır atıyla Bol Paçalı Veli Ağa geldi taşlı yola. Atlıya yaklaştıkça delikanlının adımları yavaşladı, alnından ve burnundan ter damlaları aşağıya akmış, yeni terlemiş bıyıklarına tozlar bulaşmıştı. Şimdi bir merak duygusu sarmıştı havayı. Tepelerde uçan bir şahin olan biteni izlemek için sabitlenmiş, çekirgeler korolarına ara vermiş, kertenkeleler keven otunun altında olacaklara kulak kesilmişti. Muammer yaklaştı atlıya. Atlı atında. Gel dedi Muammer’e. Taze delikanlı daha da meraklandı. Bir şey olmalıydı sanki, bir haber, bir facia, bir ölüm, bir felaket… Gene geçmedi aklından yüz güldüren bir havadis. Atlı atından inmedi, iyice yakına gel dedi, Muammer’e. Delikanlı, düşündüklerini bir tarafa atıp sadece bekledi.
-Buyur emmi!
Atlı, delikanlının etrafında gezindi. Ağzı gemli atın sıçramalarından ürktü tüm börtü böcek. Taşlara değen nal sesleri bozdu bu suskunluğu. Sonra delikanlının yanında durdu atlı, uzun uzun süzdü gençliğin yorgun yüzünü. Muammer’in epeydir kesilmemiş ve kendi modelini bulmuş saçlarına baktı. Elindeki kırbacı atın heybesine koydu ve Muammer’e iyice yaklaştı. Bir ses, tiz bir çınlama, ezilen bir gururdan dağların yankılanması… Muammer’in sağ yüzünde patlayan atlının geniş elinin sesiydi bu. Dağlar hicap duydu, kayalar çatırdadı, keven otları toprağın altına girmek istedi. Muammer, öfke ve şaşkınlıktan kısa bir süre kendine gelemedi. Yüzünde kocaman bir el izi, dedesi yaşındaki köylüsü Veli’ye el kaldıramamanın tutukluluğu, aklından geçirdiği tüm acılı haberlerin hiçbirinin olmayışı vardı. Veli Ağa, bir süre daha döndü Muammer’in etrafında. Atına hayran hayran baktı, genç adamı süzdü sonra, kırbacını atının kalçalarına vurmadan genç adama döndü:
-Bak çocuk, babana söyle, avrada bakmasın, ata baksın benim gibi!
Muammer’in gözlerinde küçük bir yaş birikti. Uzaktan akraba ve yaşlı olan bir adama karşılık verememenin yiğitlik tarafını düşündü. Bunca yol, bunca ter, bunca nefes bir adamın bir cümlesi için miydi? Gelmese olur muydu? Nasıl gelinmezdi, döşüne kadar sakalıyla kelli felli adam çağırırsa. Veli Ağa’nın tokadı, hayatın sillesi mi yoksa yalan dünyanın bir cilvesi miydi? Sonra oturdu bir taşın üzerine Muammer, hayatın tüm yorgunluğu ve ağırlığıyla.
Atlı uzaklaşıp gözden kaybolmuş, Muammer’in kalp ağrısı dinmemişti.
İki
Pazartesi pazarı. Yani tüm şehirle köyün buluştuğu büyük sebze meyve pazarı. Pazarın kirası ödenmiş önceden belirlenmiş tezgahlarının dışında bir yerde iki katır sandığı, yanında küçük bir el terazisi. Beş on tane kullanılmış siyah poşet. Sandıklarda piç şeftali. Yani aşılanmamış küçük taneli şeftali. Sandıkların yanında üç kişi: Dağ köylerinden bir adam, Muammer ve Muammer’in ortaokula yeni başlamış ufak kardeşi. Pazarda o bildiğimiz gürültü: tarladan hıyaar, kılçıksız fasülyee, yeme yanında yat domates, yediveren çileği bunlaar!… On bir on iki yaşlarında çocuk. Bir hafta olmuş okula başlayalı. İlk defa ceket-pantolon-kravat üçlüsünün kahramanı olmanın heyecanı yüzünden okunuyor. Okul sonrası ihtiyaçların alımı için burada buluşmuş abisiyle. Bu yörede bir gelenek gibi bir şey pazartesi pazarına gelmek. İşi olsa da olmasa da etraf köyler pazara geliyor, eş dost tanıdıklarla yarenlik ediyor, sonra pazara yakın kebapçı Şeref Usta’dan bir ciğer dürümü yiyip akşama doğru yola revan oluyor. Çocuk, abisiyle neden bu şeftalicinin yanında buluştu bilmiyor. Şehre yeni geldiği için hiçbir yere ayrılmıyor sandığın yanından. Okula gidip gelirken ona dönem başında öğretilen yolu kullanıyor, okula giden kestirme yollar da varmış ama o kaybolurum endişesiyle hep aynı yolu arşınlıyor. Pazarda abinin işi bitecek sonra ilçenin çarşılarında okul için elbise alacaklar. Çocuk, elbiseyle birlikte bir de kundura alınmasını istiyor ancak sadece okul takımı almak için sözleşilmiş bugün, ayakkabıya sıra gelir mi, söyleyebilir mi bunu abisine bilmiyor. Okulda lastik ayakkabısına takılan gözlerin çokluğu günlerden beri siyah bir kundurayı rüyalarına misafir ediyor. Karnı acıkmaya başlıyor çocuğun yutkunuyor ama söyleyemiyor. Belki ciğer dürümü yerler abisiyle. Abisinin konuşması bitmek bilmiyor bir türlü. Dağ köylerinin arasından geçen suyun üstüne baraj mı ne yapılacakmış, epey de işçi alınacakmış falan. Açlık mideden sonra en çok gözleri harekete geçiriyor. Çocuğun gözleri şeftali sandıklarına takılıyor. Yer yer ezilmiş şeftaliler sandıklar sallandıkça. Yine de güzel görünüyor. İstiyor ki versinler bir avuç. Yese sularını etrafa damlatarak. Dünyanın en zor şeyi ne deseler, istemektir diye düşünüyor çocuk. Şeftali sandığından bir tane almak almamak arasında gidip geliyor uzun süre. Abisinin tanıdığıdır düşüncesinden aldığı cesaretle bir tane ezik şeftali alıp tam ağzına atacakken dağ köylü adamın meyveden şekerlenmiş sol eli çocuğun yüzünde… Ezik şeftalinin yarısı yüzüne yapışıyor çocuğun. Çekirdeği de yana fırlıyor. Çocuğun şaşkınlık ve korkuyla bezenmiş yüzü kıpkırmızı. Tokattan mı yoksa utançtan mı bu kırmızılık bilinmiyor. Pazar yeri çınlıyor tokattan, yediveren çileğinin boynu bükülüyor, meyve sebzelerin rengi soluyor çocuğun ağlayamamış gözlerinden. Sonra konuşuyor kendiyle çocuk, ah doymak bilmez nefisin başına açtığı işi, deveyi yardan uçuran bir tutam otun kokusunu. Abisi çıkışıyor adama, bre açgözlü adam, yok mudur kurdun kuşun nasibi, çoluk çocuğun göz hakkı? Çocuk bakmıyor artık şeftali sandıklarına, keşke yer olsa da girse sandıkların altına. Kalsa orada, şeftalileri unutana kadar kalsa.
İlçe çarşısında konfeksiyonun birinde çilli boz ucuz takımı göstererek abisi bunu beğendin mi, diye soruyor çocuğa. Çocuk fark etmez anlamında başını sallıyor. Başka bir hafta da bir orta yollu kundura alırız diyor Muammer abisi.
-Ne dersin akşam olmadan bir ciğer dürümü yesek mi?
Yok diyor çocuk, acıkmadım, okulda çemenli ekmek yedim. Ah kör nefis, nasıl açlığın sillesine yenildin? diyebilse keşke, diyemiyor.
Çarşıdan dönerken burnunda konfeksiyon poşetinin kokusu, sol yüzünde pazarcı adamın elinin sıcaklığı, dilinde ezik şeftalinin buruk tadı var.
Üç
Kağıttan uçaklar sınıfta peş peşe havalanıyordu. Kara tahta o yaşların öğrenci literatürünün zirve örnekleriyle doluydu. Sıra ve masaların normal düzeni bozulmuş, camlar rastgele açılmıştı. Üç öğrenci. Biri büyüyünce polis, biri asker olacak, üçüncüsü de şeftali bahçesi kuracak. Doğuştan müteşebbis ruhlu yani. Şeftali bahçesi kuracak olan, aşılı şeftali yetiştirecek, bahçeyi görmüş her çocuğa şeftali dağıtacak. Öğretmen masasının üzerine ikisi oturmuş, harita metot defterinden bir sayfa koparıyor, ona kalın harflerle bazı kelimeler yazıyordu. Üçüncü çocuk, kalkışa hazırlanan bu uçakları yavaşça pencereden dışarıya, bilinmezliğe yolluyordu. Neler yazmıyordu ki uçak kağıtlarında: Demir Çene, Kelle Eşref, Çılgın Bakire, Süslü Nazan. Koltuk Nazmi… Öğrenciliğin bitmeyen paradokslarından biri daha gerçekleşiyor, yüze söylenilemeyen tüm takma adlar uçağa dönüşüp sonsuzluğa uçuyordu.
Bir meslek lisesi. Öğle arası. Okul personeli ve öğrencilerin çoğu dışarıda. Mahalledeki ucuz lokantalara ve kebapçılara dağılmışlar. Okulun en üst katı. Tabi uçakların havalanması için belirli bir irtifanın gerekliliği kaçınılmaz. Uçaklar suni pistten arka arkaya havalanıyor, öğrenciler pencereden dışarıya –biraz da korkudan- bakmıyorlar.
Uçaklardan biri bir hedefi vurup kalkamamış olacak ki aşağıdan nöbetçi öğretmenin sesi geldi:
-Kim varsa aşağı insin üçüncü kattan!
Sınıftaki polis ve asker adayı çocuklar, bu sesi duyar duymaz yerlerinden fırlayıp dışarı kaçtı. Üçüncü çocuk bir iki saniye düşündü ancak kaçmayı düşünmedi, kimse olmadığını bile bile terk etmedi mevziyi. Pencereden aşağı baktığında nöbetçi öğretmen ve yanı başında bayan kimya öğretmeni kabarık saçlarına uçaklardan biri takılmış bir şekilde bekliyorlardı. Nöbetçi öğretmen yukarıya bakıp bağırdı:
-Hemen idareye geleceksin!
Üçüncü çocuk, izin rapor vermek dışında idareye hiç gitmemişti. İdareye geldiğinde davanın henüz başlayacağı bir mahkeme salonuna girmiş gibiydi. Müdür başyardımcısı, mahkeme başkanı konumunda, nöbetçi öğretmen savcı, başına savaş uçağı pardon kağıt isabet eden davacı kimya öğretmeni yerlerini almış üçüncü çocuğu bekliyorlardı. Yalnız mıydın? Sorusuna, evet der gibi başını salladı davalı çocuk. Mahkeme başkanı Ali İhsan Hoca, çocuğun etrafında bir tur attıktan sonra elindeki kağıda çocuğa gösterdi. İnanılmaz bir şeydi bu. Kağıt uçaktaki isim, yazıldığı kişinin kafasına düşmüştü. Sonra üçüncü çocuğu önce duvara arkasından evrak dolabına savuracak bir şey oldu. Hayatın sillesi dünyalılardan birinin eliyle mi çıkıyordu karşısına yine. Son balta darbesinden sonra yandaki ağaçlara çarpa çarpa devrilen bir kayın ağacına benzedi çocuk. Ali İhsan Hoca’nın tüm gücüyle üçüncü öğrencinin sol yüzüne yüklenmesinden başka bir şey değildi bu. Yerine oturduktan sonra, onur kuruluna seçtiğimiz bir adam böyle bir şey yaparsa, gerisi ne olsun, dedi. Bu söz daha tokadın acısını unutturmuş acının vicdan tarafında yerini almıştı. Ceza infaz edilmiş, koridorların derin sakinliğinde üçüncü çocuk sınıfına çıkmıştı. Sınıfta her zamankinden farklı bir sessizlik vardı, sıraların altında pencereden bahçeye çıkamamış birkaç uçak, öğretmen masasının üzerinde boyası azalmış bir keçeli kalem duruyordu. Polis ve asker olacak çocuk hâlâ ortalıkta yoktu. Şeftali bahçesi hayalini düşündü sonra. Bahçenin yanından geçip göz hakkını alacak çocukları da…
Ahmet Şevki ŞAKALAR
4 thoughts on “SİLLE”