SAÇLARININ KIVRIMINDAKİ TÜRKÜLER


Fotoğraf – M. Mustafa MARAGOZ
“Uçurumun kenarındayım Hızır/Bir gamzelik rüzgâr yetecek/Ha itti beni, ha itecek.”
Hatice idi adı. Kıvır kıvır saçlarıyla yanımıza gelir, meraklı gözlerle inceden inceye bizleri süzerdi. “Sabahtan akşama kadar derse girmekten, aynı şeyleri anlatmaktan sıkılmıyor musunuz hocam?” derdi. Viran olası haneyi, maişeti, hayatın zorluklarını anlatıp da ömrünün baharındaki bir fidanı ümitsizliğe düşürmenin anlamı yoktu. “Bize bir türkü söyle de dağılsın üstümüzdeki hüzün bulutları Kiçe.” deyince başlardı Kürt ezgilerinin şahı olan “Dar Hejiroke”yi söylemeye: “Hejira çiyayi/Lelele lele lele/Delale çiyayi/Dar hejiroke.”Kürtçeyi yeni yeni sökmeme rağmen gönlümün derinlerinde bir yere dokunuyordu bu türkü. Sözcükleri aşıp hâl denen o ruh ikliminde soluklanıyordum. İyi ki gelmişim bu coğrafyaya diyordum. Farklı bir kültürel atmosferi insan istese de bulamıyordu çoğu zaman. Fırsatı değerlendirip heybemi doldurmalıydım güzelliklerle.
Hatice aslen Şırnak yöresindendi. Aşiret bağları onu Hakkâri’ye kadar getirmişti. Okulun pansiyonunda kalıyordu ilçelerden gelen diğer öğrencilerle birlikte. Derslerine girmeye başladığımda daha yakından tanıma fırsatı bulmuştum onu. İçli bir kızdı, derin bakışları hayatın eleğinden geçmiş insanların olgunluğunu yansıtıyordu sanki. Çabuk olgunlaşmıştı anlaşılan. Bu coğrafyanın çocukları böyleydi; kızgın bir tandırın üzerine konmuş ince yufkalar gibi hemen pişiyor, yaşamın dolambaçlı yollarında bir o yana bir bu yana savruluyorlardı. Derste gazelden, kasideden bahsedip de sözü Hatice’ye bırakmadan olmazdı: “Tu guli ez bulbule temme/Tu Zini ez Meme temme.” (Sen gülsün, ben de senin bülbülünüm. Sen Mem’sin, ben de senin Zin’inim…” Zaman, mekân bir anda değişiyor, müziğin anaforu sarıp sarmalıyordu ezgisine kulak verenleri. Öğrencilerin zihninde yıllar sonra derste öğrendikleri kalmayacaktı belki ama zamana renk katan, ona şerbetini içiren bu hoş tınılar yer edecekti.
Bir gün derse girdiğimde gözüm her zamanki gibi Hatice’yi aradı. Yeri boştu. Arkadaşlarına sordum, bilen yoktu. Belki de memleketine gitmiştir, ne de olsa yatılı öğrenci diye düşündüm. Ders anlatmak tatsız, tuzsuz bir eyleme dönüşmüştü. Öğrencileri de motive edemiyordum; dersi dinlerseniz dersin sonunda bir türkü dinleriz, onun hikâyesini anlatırız diye. Akşama doğru yerel basında bir habere rastladım: “Lise öğrencisi genç kızdan bir gündür haber alınamıyor.” Zihnim iyice karışmıştı. Nereye giderdi bu dağ başında gencecik kız? Yoksa o da özgürlük yalanıyla kandırılıp örgütün eline mi düşmüştü? Bu ihtimal biraz daha ağır basıyordu. Ailelerinin elinden kayıp giden nice genç vardı bu memlekette. Cenazesine bile ulaşılamayan, doğduğu ve doyduğu topraklara düşman olan binlerce ana kuzusu. Kalbinden tutmayı becerememiştik bu insanların maalesef, sahiplenememiştik onları. Zorunlu hizmeti gönülsüz, hissiz tamamlayıp bir an evvel bu diyardan kaçmanın derdindeydi çoğu arkadaşımız. Sorular, sorunlar bir yumak olmuş dönüyordu beynimde. O yorgunlukla uyuyup kalmışım.
Sabah okula gittiğimde işin hakikatini öğrendim. Hatice kızımız kayalıklardan atlayarak intihar etmişti. Bu acı haber okulda matem havası estiriyordu. Kimse ne yapacağını bilemiyor, sınıf arkadaşları hüngür hüngür ağlıyordu. Türkülere, hayata sevdalı bir genç nasıl olmuştu da kendini yokluğa mahkûm edebilmişti? “Ne doğan güne hükmüm geçer/Ne halden anlayan bulunur/Ah aklımdan ölümüm geçer.” diyen şair bile o boşlukta hayata sımsıkı sarılacak bir sebep bulmamış mıydı? Ne söylesek getiremeyecektik gideni. Herkesi aynı şefkatle öpmüyordu ölümün dudakları. Yunusça söylersek: “Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.” Vakitsiz vedanı hiç kabullenemedik saçlarının kıvrımında onlarca türkü saklayan Kiçe.
Şimdi sen bir türkü oldun gönüllerimizde; hiç eskimeyen; hep kanayan ve kanatan. “Oy yâre, oy hevale/Nabinim tu ji min duri.” ( Oy dostum, oy arkadaşım! Seni göremiyorum, benden ne kadar uzaksın, uzaktasın…”
Selami ÖZKAN
One thought on “SAÇLARININ KIVRIMINDAKİ TÜRKÜLER”